Büyükbabam her zaman Yunanca rüya kelimesinin geğirme* kelimesine çok benzediğini söylerdi. [belch] Başlarda bu pek önemli gelmemişti. Çünkü zaten* sadece* bu iki şeyi yapabiliyordum. [asamatteroffact|besides only] YıIlar sonra hikayelerden ve yemeklerden bahset*tiğini anladım. [mention] Her ikisinin de lezzetini kazanması için zorunlu bir tören*e ihtiyaç vardı. [ceremony] Buna sunum* deniyordu. [presentation] Burada ya olmayan bir şey görüyorum ya da görünmeyen bir şey. Bu mürekkeb*i ne zaman değiştirdik? [-p:ink] Bugün. Siz gelmeden önce. Öyle mi? - En yüksek çözünürlüğ*e ayarlan*dı. [-k:resolution adjust] Sorun çözünürlük değil. Buradaki tek sorun renk. Her neyse**, bu gördüğüm şey sayesinde* ya bir Nobel alırım ya da yeni bir yazıcı sipariş* ederim. [anyhow owingto order] Bu dönemlik bu kadar yeter çocuklar. İki gün sonra izne* ayrılıyorum. Yani* sizinle gelecek yıI görüşeceğiz. [izin:permission thatstosay] Tez*lerinizi görmek için sabırsızlan*ıyorum. [dissertation growimpatient] Fanis yavrum, nasıIsın? Doktor? Beni nasıI buldun? Faliro'nun tek bahsettiği şey sensin. Gel, gel, otur. Bir sorun mu var? Söylememem gereken bir şey, söyleyeceğim sana ama kendimi buna mecbur* hissediyorum. [compelled] Ne oldu doktor? Büyükbaban geliyor. Ne zaman? Perşembe. Ben perşembe gidiyorum. Bu aslında* sana bir sürpriz olacaktı. [actually(asil=real)] Ama gideceğini duyunca bunu hemen sana söylemem gerek dedim. Fanis yavrum, lütfen. Geldiğinde ona bir sürpriz yapmalısın. Ben havaalanına gideceğim. Sen onu evde bekleyebilirsin. Büyükbabanın eski dostlarını çağırıp onlara ikram* edecek küçük bir şeyler hazırlayabilirsin. [treat|gift] Ayrıca gelişini kutla*mak için bir şeyler de içebiliriz. [celebrate] Unuttun mu? Çocukken bütün gece çalışıp güzel yemekler yapardın. Büyükbabam tam* burada oturacak. [precisely] Arkadaşları oraya. Hayır, büyükbabam oraya oturacak. Son Yemeğe benzedi. Büyükbabam buraya oturmalı. Güzel. Sıra* büyükbabamın arkadaşlarında*. [next-onto] Büyükbabamın arkadaşları İstanbullu oldukları için pek de alışılmış* insanlar değiller. [usual] Kökenleri onları hem tarihi hem de biyolojik açı*dan ayırıyor. [angle] Bunu hemen anlayabilirsiniz. Halcyone sokağı ne taraf*ta? [part|direction] Öncelikle*, hepsi de mıknatıslıdır. [firstly] Her coğrafya sorusuyla kimlik*lerini yeniden biçimlendir*en birer* pusula* gibidirler. [identity mould oneeach compass] Kim olduklarını kökenlerini ve nereye gittiklerini sorgula*rlar. [examine|question] Bu tarafta. Teşekkür ederim. Tuhaf*lıklarına gelecek olursak* bence* bunun sebeb*i yemek alışkan*lıkları. [strange (ifwe) tomythinking reason|cause accustomed] Çoğunlukla yemekler tat ve koku alma duyu*larına hitap* ederler. [sense address] Büyükbabamın arkadaşları için ayrıca görme ve işit*me duyularına da hitap etmeleri gerekir. [hear] Hoş geldiniz, hoş geldiniz. Bakıyorum hepiniz* aynı anda gelmişsiniz. [allofyou] Hadi içeri geçin. Evi kolay bulabildiniz mi? Deniz sokağından geldik. Sokağı bulduk. Eve çıktık. Ama Deniz sokağı o tarafta değil. O tarafta. Doğru, doğru. O taraftan geldik. Ne dersiniz** büyükbabamın şeref*ine bir şeyler içelim mi? [whatdoyousay honour] Nerede bu arada? Çok geç kalmadı mı? Hayır. Uçak in*eli bir saat oldu. Neredeyse* gelmek üzere*dirler. [sincelanding atanymoment aboutto] Bu onun@ için büyük bir sürpriz olacak. Evet, sizi görmeyeli* çok uzun zaman oldu. [-eli=since] Yemekten önce ortaya@ çıkan bazı seslerden çok korkarım. Hayatımdaki en büyük değişikliklere hep bir kapı zili sebep* olmuştur. [cause] Aynı şey telefon için de geçerli*. [effective] Alo? Merhaba doktor. Orada değil mi? Ne demek orada değil? Belki de kaybolmuştur. Ne? Nerede olmuş? İSTANBUL. 1959. MEZELER Mutfağımızdan bahsetmek için önce baharatlardan başlamanız gerekir. Baharatların ilk sır*larını büyükbabamın boğaz*ın doğu yaka*sındaki dükkanında öğrendim. [secret strait side|neck] İyi günler, Bay Vassilis. Sana da. Ne istiyorsun bakalım? Kimyon*, kurutulmuş balık ve asma* yaprağı. [cumin vine] Ne kadar kimyon istiyorsun? - Bir liralık. Neden o kadar çok istiyorsun? Köfte* yapacağım da onun için. [meatball] Pantelis de orada olacak. Ailesiyle mi? - Ailesiyle. O hal*de sakın* kimyon kullanma. [event|situation avoid|beware] Ne kullanayım? Tarçın* kullan. [cinnamon] Biz köfteye asla* tarçın koymayız Bay Vassilis. [never] Dorothea, beni dinle. Bazen* istediğimizi anlatmak için yanlış baharat kullanmamız gerekir. [sometimes] Köfteye daha farklı bir şey koy. Hem* kimyon çok sert* bir baharattır. İnsanı sakinleş*tirip içe kapatır. [also strong|harsh calm] Oysa* tarçın insanların karşısındakinin gözünün içine bakmasını sağla*r. [whereas maintain|accommodate] Eğer evet demek istiyorsan tarçın kullanman gerek. Teşekkürler Bay Vassilis. Hiç önemli değil. Sultana! Hey, Sultana! Benim pijamalarımın altı nerede? Pijamanın üstüyle birlikte değil mi? Onları bulamıyorum. Altıyla üstünü birlikte koymuştum. Bekle. Geliyorum, geliyorum. Tarihteki en büyük bazı savaşların arkasında baharatlar vardır. Bunlardan biri de kendi evimizde benim neden olduğum savaştır. Yine mi tarçın koydun? Tabii* ki hayır. [ofcourse] Sana mı inanayım, yoksa kendi burnuma mı? Tarçın kokusu alıyorum. Sana söyledim ya*. Tarçın filan* koymadım. [yes emphasising|impatience|hey!?] Kaç* kere söyleyeceğim. Tarçınla köfte iyi gitmiyor. [howmany] Ama sen sadece anneni dinlersin. Annem Cihangir'in en iyi aşçı*sıydı da ondan@. [cook] O benim şimdiye kadar gördüğüm belki de en iyi aşçıdır. Ama tarçını sadece et bozuk* olunca kullanırsın. [bad|broken] O zaman buzdolabı yoktu ve tarçını koruyucu* olarak kullanırdınız. [protector|preserver] Yani* etler bozul*masın diye. [Imean bespoiled] Biz evimize buzdolabı alan ilk hane halkıydık. Bize Amerikan konsolosu göndermişti. Madem* evinizin çevresinde o kadar Amerikalı vardı neden benimle evlendin? [seeingas] Bu aptal*ca tartış*malar tarihi öneme sahip mesele*leri saklamaktan başka iş*e yara*mıyordu aslında*. [silly argue matter business beofuse infact] Paleologos hakkında ne biliyorsun? Bütün kitaplar ondan bahsediyor. Çocuğun önünde ondan ve tarihten söz etme, tamam mı? Bunlar çocuğun önünde konuşulacak şeyler mi? Hem Paleologos'un tarçınlı köfte yediğini de hiç duymadım. Büyükbabam gastronom sözcüğünün içinde astronom sözcüğünü sakladığını söylerdi. Astronomi ders*im de baharatların kullanım*ını içer*irdi. [lesson usage include] Ben anlatacağım. Sen de tadına bakacak ve sonra da düşüneceksin. Biber, sıcaktır ve yakar. Güneş. Güneş. Güneş neyi görür? - Her şeyi. İşte* bu yüzden biber bütün yemeklere yakış*ır. [See! suit] Sırada Merkür* var. Orası@ çok sıcaktır. [Mercury] Sonra da Venüs. Tarçın. Venüs tüm kadınların en güzeliydi. İşte bu yüzden de tarçın hem tatlıdır hem de acı*. [brackish] Bütün kadınlar gibi. Şimdi sırada dünya var. Dünyanın üstünde ne var? Dünyanın üstünde yaşam var. Bu dünyada iyi ya da kötü herkes bir şekilde yaşıyor@. Peki yaşamamız için ne gerekli? Yiyecek. Yemeği ne daha lezzetli yapar? Tuz. Yaşamım*ızın da yemek gibi tuza ihtiyacı vardır. [life] Hem yemeğe hem de yaşama lezzet için tuz lazım. Pazar günleri bütün aile yemek ziyafeti için bir araya toplanırdı. Bütün kadınlar yardım ederdi. Hatta* Elpiniki hala* bile. Oysa Parkinson hastasıydı. [even aunt] En rekabet*çi Eleftheria halaydı. [competition:çi=competitive] Çünkü o en sıra dışı** yemeklerin tüm sır*larını bilirdi. [exceptional(outofline) secret] Bu şimdiye kadar yediğim en güzel dolma. Çok önemli bir özelliği vardı. Bana tarif*ini versene@. [definition] Yemek tariflerini herkese verirdi. Ama asla doğru tarif olmazdı. Sana veririm ama kimseye vermeyeceksin. Börek versene@. Soğanı yağda iyice kavur*acaksın. İyice pembeleşsin. [roast|bake] Bunu biliyorum. Yaprağı gece suya koy. Böylece tuzu iyice çıkmış olur@. Bunu da biliyorum. Biraz bekle. İç*ini hazır ettiğin zaman içine biraz da kurtul*muş Kısa Mahmut ekleyeceksin. [stuffing breakloose] O acı olmaz mı? Evet, tek başına acıdır. Ama dolmanın içine kon*unca mükemmel* bir tadı olur. [settle perfect] Bizi zehirle*meye mi çalışıyorsun? [poison] İyi ama bana verdiği tarife göre yaptım dolmayı. İçine ısırgan otu** koymuşsun. [nettle] O ısırgan değil ki. Kısa Mahmut koydum. Kısa Mahmut mu? Annem onu sivilce*lerimizi temizle*yelim diye verirdi. [pimple|acne weshould-] O halde@ neden bana dolmaya koymamı söyledi? Mutlaka* sen yanlış anlamışsındır@. [boundto @dır] O zamanlar en çok özlem*ini@ çektiğim şey bizimkilerden birinin nişanlan*masıydı. [longing getengaged] Bir evliliğ*in gerçekleş*mesinin ilk şart*ı müstakbel* gelinin İstanbul mutfağına kabul edilmesiydi. [marriage actualise stipulation future] Sakın* korkma, sakın korkma. Canlı değil ki. [avoid] Çok lezzetli olacak. Hepsi parmaklarını yiyecekler. Önce baharat ekleriz. Yemeğin içindeki sarımsak ve soğanı her zaman saklamalısın. Çok iğrenç*. [disgusting] Emilio Fas*'taki kadınların sarımsağı etin içine sakladıklarını söylüyor.[Morocco] Aman* hala*, sen biraz sus*ar mısın? Sen sadece bana kulak ver. [ForHeavensSake aunt bequiet] Kelle*nin ihtiyacı olan tek şey aslında kekik*tir. [head thyme] Bir tutam* da muskat* koyarsan tad*ına doyum* olmaz*. [pinch nutmeg taste satiety impossible] Pazar günü büyük bir ziyafet var kızlar. 2 YIL SONRA Zaman ilerl*iyordu. [ilerlemek:advance] Yetişkin*lerin yüzleri hızla bulutlan*ırken benimki tam aksine* aydınlanıyordu. Çünkü annemin en iyi arkadaşı Ayşe hanımın kızı Saime'ye aşık*tım. [adult|mature becomecloudy contrariwise inlove] Coğrafya, çok büyü*lü bir şeydir. [magic] Ve onu öğrenebileceğiniz en iyi yer bir deniz fener*inin yanıdır. [lantern|beacon] Deniz fenerinin yanında pusula deli* gibi döner. [crazy] Ve hava insanın hem aklını hem de gözlerini cezbed*er. [t:fascinate|beguile] Aşk konularındaki öğretmenim Emilios dayı*ydı. [unclemothersbrother] Kaptan* olduğu için yurtdışı*ndan en son çıkan ürünleri getirirdi. [captain abroad] Bize o farklı tencereyi getiren de oydu. Yani düdük*lüyü. [pressurecooker|pipe|whistle] Bu kartpostal Acropolis'den. Güzel bir manzara. Bu kartı da San Paolo'dan aldım. Bu da Antwerp'den. Atina*'da kadınlar soğanı böyle doğr*uyor. Antwerb'de ise böyle. [Athenian chop|butcher] Ama eğer bir kadın midye* sote* yapıyorsa bu kesinlikle* o kadın sana aşık demektir. [mussel saute|sweet definitely] Bu defa bir kadınla tanış*tım. [meet] Adı neydi? Zozo. Bana Pire'nin en güzel midye kızart*masını yaptı. [fry] Pire'nin midyeleri güzel mi? - Güzel, çok güzel. Her şeyi güzel. Neden onunla evlenmiyorsun? Evlenemem, Çünkü sadece midye pişiriyordu. Bu sana yeter mi? Yet*mez. [satisfy] Savva çabuk gel. Bu düdüklünün bir sorunu var galiba*. [probably] Anlaşılan* yaptığın şeyin yapıImaması gerekiyordu. [apparently] - Patla*dı galiba. - KımıIda*ma dayı. KımıIdama. [explode move] Geçirdiği şok* sayesinde* Elpiniki hala*nın Parkinson'u iyileş*ti. [shock thanksto paternalaunt recover] Bak, elleri titre*miyor. [shaketremble] Midye bana her zaman hamamı hatırlatır. O zamanlar Emilios dayı ne zaman bir yolculuktan dönse birlikte hamama giderdik. Orada büyük*lerin yürek*lerini tıpkı* buhar*da açılan midyeler gibi tam anlam*ıyla açtıklarını görürdüm. [elder breastheart identical steam sensemeaning] Sence* durum* nasıI Emilio? [inyouropinion state] Kıbrıs ve Atina kayn*ıyor diyorlar. [kayna-:boil] Bu sefer* işler* biraz değişik* galiba. [journeycampaign affairs differentdiverse] Boş versene, her zaman aynı şeyi söylerler. Ama sonunda her zamanki* gibi bir şey olmaz. [usual] O zaman yemekten başka şeylerin de kaynadığını anladım. Geçen gün** dükkana Osman bey geldi. [theotherday] Ve sarımsağı kokladı. Eğer bir diplomat sarımsak kokluyorsa sorun var demektir. Geçen gün de Aydın Bey geldi. Hoşuma gitmeyen bir şey söyledi. Dedi ki... Niye* böyle söyledi ki? [why] Hatırladığım kadarıyla hep aynı şeyi söylerler. Türkler sizi sınır dışı edecek. Türkler şöyle yapacak, Türkler böyle yapacak. Saçma* sapan* konuşmalar. [nonsense sling(n)] Oysa* biz rahatız, değil mi? [yet] Emilio, 1955'teki Eylül olaylarında seferdeydin. Dükkanımı yak*ıp kül ettiklerini görmedin. [burn] Korkunç bir şeydi. Her şeyimi satacak, aldığım parayla Yunanistan' a gideceğim. Huzur*a ihtiyacım var. [tranquility] Buradan ayrıImayı düşününce bile şurama* bir ağrı saplan*ıyor. [stick|slideinto] Atina' da Thrasyvoulos'yu gördüm. Bakması için bazı röntgen*ler göndermiştim. [xray] Bir gece birlikte çıkıp konuştuk. - Peki ne hakkında? - İstanbul ve eski günler. Sence burada olanlar hakkında konuşsalar çok daha iyi olmaz mı? Sevgili karım derdi ki bir yerden ayrılacağın zaman artık gittiğin yer hakkında konuşmalısın. Bırak*tığın yer hakkında değil. [quit] Ben de bu tür bir insanım. AyrıImak başka bir yere gitmektir. Bunun da bizim için tek anlamı vardı. Yunanistan'a gitmek. Önceleri Yunanistan'ın Amerika'da olduğunu san*ıyordum. [suppose] Ama çok geçmeden coğrafyada öğrendiklerim@ bana yanıl*dığımı gösterdi. [bemistaken] Meze*ler uzağa gidilen yolculukları anlatan öykü*lere benzerler. [deli story] Tatları ve aromaları duyu*larınızı baştan* çıkarır. [sense(n) anew] Ve sizi macera* dolu o büyük yolculuğa hazırlarlar. [exploit] Bu yüzden Yunancadaki geri dönüş sözcüğü dönmek kelimesinin içinde gizlidir. O da yiyecek kelimesinin içinde gizlidir. Ağlama canım. Ne demiştim unuttun mu? 2 ay içinde oraya sizi bulmaya geleceğim. Yunanistan'da birlikte yaşayacağız. Saime'yi de yanımda getireceğim. Orada yıIdızlara bakabilirsiniz. Eğer geç kalırsam olduğun yerde yıIdızlara bakmayı sakın* unutma. [takecare] Çünkü gökyüzünde görebileceğimiz şeyler vardır. Ama göremeyeceğimiz şeyler de vardır. Bu yüzden her zaman diğerlerinin göremediği şeyleri anlat. Çünkü bütün insanlar göremedikleri şeylerin hikayesini dinlemeyi pek severler. Tıpkı yemek gibi. Yemek lezzetliyse içindeki tuzu görmemek umur*unda olmaz, değil mi? [caring] Olmaz tabii*. Çünkü işin öz*ü tuzdadır. [surely substance|essence] Üniformalı insanlardan korkarım. Yani* polisten, askerlerden gümrük* polisinden ve itfaiye*cilerden. [towit customs firedepartment] Ama en çok da göçmen* ofisindeki memurlardan. [immigration] İstanbul'dan ayrıIdığımız gün üniformalı o insanlar elimizde kalan birkaç şeyi de tebeşir*le işaretle*yip yarala*dılar. [chalk mark|tick injure] O işaretler diğer tüm sınır dışı vaka*larında yapılanlara benziyordu. [circumstance] Türkler bizi Yunanlı diye gönderirken Yunanlılar da Türk diye karşıl*ıyordu. [-a:meet] Günaydın. Merhaba, alabilir miyim? Hoş geldin. Sonuç* ne? [result|conclusion] Dün onun hasta olduğunu öğrendiğimizde birden* hatırladım. Bu röntgenler benim elime geçtiğinde*** yanına bir not iliştiril*mişti. [immediately Ireceived attached] Dur biraz. Burada. Sevgili dostum Thrasyvoulos. Sana şimdi bu röntgenleri gönderiyorum. Böylece tekrar karşılaştığımızda fikr*ini alabilirim. [fikir:idea|opinion] Akraba*larıma bundan kesin*likle bahsetme. [relative certain] Gelmeyecek olursam bunu Fanis'ye verirsin. Büyükbaba. Bu kez gerçekten* gelir sanmıştım. Hatta* bundan çok emin*dim. [really even certain] Ne yapabiliriz sence*? [inyouropinion] Bu işler böyledir işte. Hiç değişmez. Ama sen evlat* bütün dünyayı gez*din sayıl*ır. [child wander|tour becounted|rate] Büyükbabanı bir kez bile görmeye gitmedin. Neden oğlum? ATİNA, 1964 ANA* YEMEK [main] Söylesene*@ Kral Voulgaroktonos'u sana kim öğretti? [?tellme 'letussay'] Bütün kitaplar ondan bahsediyor. O sarı kuyruk*lu ton balığı** yermiş. [tail tuna] Sen ton balığını nereden öğrendin? İstanbul'da dünyanın en güzel balıkları çıkardı. Ne zaman boğaz* taş*sa pencerene mutlaka* bir balık gelirdi. [Bosphorus flood forsure] Biliyorsun balıkçı bize en iyi balıkları getirirdi. Bunu biliyorum. Ama şimdi neredeler? Ben unuturum, sen unutursun, o unutur. Biz unuturuz, siz unutursunuz, onlar unutur. Merhaba oğlum. Anne, yemekte ne var? Fasulye. Yine mi? Ama fasulyede bir sürü* vitamin var oğlum. [flock] Elini yıka*. Sana bir haberim var. - Ne? [wash] Yıkamazsan söylemeyeceğim. İyi ama ellerim temiz*. [clean] İstanbul'dan mektup geldi. İçinde sana bir şey var. 2 hafta içinde büyükbaban gelecekmiş Muskat* imam bayıI*dıya@ çok yakış*ır. NasıI oldu da koydun? [nutmeg swoon tosuit] Onu yarın için pişirdim. Babam oruç* tut*uyor. [fast hold] Neden dün gece pişirdin? Tanrım, inanamıyorum. Sultana, dalga* mı geçiyorsun? [seawave] Neden geçeyim? Pişirmedim. Patlıcanları bir torba*ya koymuştum. [puch|handbag] Sen bana Efterpi teyze*nin uyurgezer* olduğunu söylememiş miydin? [aunt sleepwalker] Bununla ne ilgisi var? Uyurgezerlik kalıtımsal*dır. Kalkarsın ve yemek pişirirsin. [genetic] Ulu* tanrım, inanıImaz. [great|almighty] Ama ben imam bayıIdı'ya muskat koymam ki. Onu bilmem ama bu hayatımda yediğim en güzel imam bayıIdı. Ama onu ben pişirmedim. Fanis, Fanis oğlum. Uçak birkaç dakikaya kadar inecek. Ben gitmeyeceğim. NasıI gitmezsin? Büyükbabanı karşılamaya gelmeyecek misin? Burada kalıp teyzelerime yardım edeceğim. Söyle bakalım oğlum dün geceyi mutfakta mı geçir*din? [conduct] Büyükbaba şura*ya oturacak. Ve arkadaşları. [there] Orası olmasa iyi olur. Yüzü mutfağa dönük* olacak. [facing] Tıpkı Son Yemeğe benzeyecek. Görünüş iyi olacak. Hayır, orası en iyi yer. Güzel, gerçekten iyi oldu. İşte geldiler. [see!] Durun biraz. Ben de bakayım. Durun biraz, durun. Geldi mi? Bizim mutfağımızda hep bir şeyin eksik* olduğunu hissedersiniz. [missing|wanted] Bu yemekten değil, çevrende oturanlardan kaynaklan*ır. [arisefrom] O gün hem ben hem de büyükbabam sofra*da yer almamıştık. [dinnertable] Çok garip*. Büyükbaba bu yolculuğu dört gözle bekliyordu. [strange] Belki Türkler onu havaalanında alıkoy*muşlardır. [detain] Bir arkadaşım onu üç saat gümrük*te tuttuklarını söyledi. [customs] Bu olamaz*. [inconceivable] Söylediğine göre çantasında 12 kilo pastırma* varmış. Herhalde* ermeni olduğu içindir. [driedmeat presumably|doubtless] O Ermeni miydi? Yahudi sanıyordum. Yahudiler pastırma yemez. Bunun kaçak*çılıkla ne ilgisi var? [contraband] Alo? Baba iyi misin? Ne oldu sana? İstanbullu insanların kötü haber duyunca kendilerini tokatla*mak gibi garip bir alışkan*lıkları vardır. [slap accustomed] Ama bu nasıI oldu, baba? Öksür*üyor, sesi iyi gelmiyor. [cough] NasıI üşüt*tün? [catchchill] Ne yaptın kendine? Kendine iyi bak baba. Ne söyledi? Boğazım ağrıyarak uyandım dedi. Çok öksürüyormuş. Ayrıca bağırsak*ları da bozul*muş. Ve uçağı kaçır*mış. [gastric wentbad miss] Neyse o da iyileşince gelir. Bağırsakları hep bozuk*tu zaten. Hayatını tuvalette geçirirdi. [brokendown anyway|already] Saçmala*ma. [talknonsense(saçma=nonsense)->donttn] Bizim düğün*ümüze kadar son derece** normaldi. [wedding extremely] Günde sadece 2 kez giderdi. Düğünden sonra daha sık* gitmeye başladı. [frequent|thick] Öyle mi? Günde 6 kez yemek pişiriyor. Başka ne bekliyorsun ki? Bence babamda bir rahatsızlık var. Peki ne zaman gelecek? İyileşir iyileşmez. Fani'yi de öptüğünü söyledi. Sahi*, nerede bu Fanis? [actually] Sevgili kız arkadaşım. Bugün gerçekten çok üzgün*üm. [aggrieved(üzgü=grief)] Büyükbabamla birlikte seni de bekliyordum. Senin için**@ burada çok güzel bir yemek pişirmiştim. [foryou] Mutlaka* çok beğen*irdin. İmam bayıIdı. [forsure admire] Gerçekten çok güzel olmuş. Oğlum yaptı. Çok yetenek*li. [ability] Bence ona Fransa'da aş*çılık eğitimi aldırın. [cookedfood] Babası izin vermez ki. Boş versene**. [forgetit|nevermind] 7 yaşında bir çocuğun mutfakta ne işi olabilir? O kadar önemli bir şey değil. Tüm çocukların böyle ufak* kusur*ları vardır. [petty defect] Neden kusur olsun? Oğlum gayet* iyi. [very|really] Onun yemek pişirmesi beni kesinlikle* rahatsız etmiyor. [definitely] İyi yemek pişirmesi hoşuma gidiyor@. Ama bu yaşta yemek pişirmesi kesinlikle garip. Sultana öğretiyor. Çengelköy'deki Evanthia vardı ya. Onun kızı da maalesef* aynı şeyi yapıyordu. [regrettably] Ve hala* akıI hastanesinde**. [still mentalhospital] Ulu tanrım, bana böyle şeyler söyleyip durmayın. Sos*lar abart*ma yoluyla lezzete yol gösterir. [sauce exaggerate] İnsanlar yemeğe sos koymazlar konuşmalara tat kat*arlar. [add] Sen bizim Eventhia'nın kızını hatırlıyor musun? Tabii ki hatırlıyorum. Daha 7 yaşındayken çoktan* şehrin en iyi aşçısı olmuştu. Şu anda hala* akıI hastanesinde. [already still] AkıI hastanesinde. Evet, öyle. Papaz* ruhunun ele geçir**ildiğini söyledi. [priest seize] Yemek pişiren o değilmiş. Dediğine göre aslında yemek pişiren şeytanmış. Sizi tebrik* ediyorum. Gerçekten lezzetli olmuş. [congratulation] Bu özel bir yemek peder*. Çünkü oğlumuz pişirdi. [father] Bizim mahalle@de bir sürü* Türk oturuyor. [flock @noimiz] Yani tıpkı sizin @gibi. [@sizinnoobj] Biz Türk değiliz. Biz İstanbullu Rumlarız. Kocam sınır dışı edildi. Biz Ortodoks Rumlarız. Oğlunuzu sohbete* getirin. [conversation|smalltalk] Soru cevap* yöntem*iyle bir şeyler öğrenir. [answer method] Fanis'in mutfaktan kesinlikle çıkması lazım. Peygamber*imiz İsa yemek pişiriyor muydu? [prophet] Asla. [neveratall] Sadece ara sıra** ekmek ve şarapla idare* etmeye çalışıyordu. [occasionally handle|manage|thrift] Size biraz daha yemek koyayım mı? Oğlunuz parlak* bir öğrenci Bay lakovidis. [bright] Çok iyi bir çocuk. Ama merak ettiğim bir konu var. Nedir o? Aklı başka yerlerde. Ders*i hiç izlemiyor. [lesson follow] NasıI yani*? [specifically|inotherwords] Oğlunuz evde hangi odada çalışıyor? Mutfakta. Peki neden? Vakt*imizin çoğunu orada geçiririz. [vakit:time|whiling]